12 Mayıs 2014 Pazartesi

Lale Devri Padişahı : III.Ahmet

III. Ahmet, 31 Aralık 1673'te doğdu. IV. Mehmet'in Rabia Gülnuş Emetullah Sultan'dan ikinci oğluydu. Şehzadeliği önce Topkapı, sonra Edirne Sarayı'nda geçen III. Ahmet, eğitimini Sultanî Mehmet Efendi'den daha sonra ise Seyyit Feyzullah Efendi'den aldı. Ağabeyi II. Mustafa'nın çıkan isyandan dolayı tahttan indirilmesi üzerine 22 Ağustos 1703'te 30 yaşında tahta geçti.
III. Ahmet tahta geçer geçmez kardeşi II. Mustafa'nın tahttan inmesine neden olan Edirne Vakası'nda adı geçen kişilerin cezanladırılmasını emretti. Baltacı Mehmet Efendi'yi sadarete getirerek devletin iç işlerini düzenlemek için çalışmalar yaptı. Tahta geçtiğinde Karlofça Antlaşması'ndan dolayı ülke barış içindeydi. Ancak Demirbaş Carl lakaplı İsveç Kralı XII. Carl'ın, Potrova'da Rus Çarı I. Petro ile yaptığı savaşta yenilmesi üzerine Demirbaş Carl Osmanlı Devleti'ne sığındı. Kralı takip eden Rus orduları Osmanlı topraklarına girip tahribatta bulundu. Bu durum üzerine 9 Nisan 1711'de Osmanlı Devleti Rusya'ya savaş açtı. Sadrazam Baltacı Mehmet Paşa komutasındaki ordu Tuna'yı geçerek Eflak'a girdi. Osmanlı donanması Karadeniz'den destek sağlayarak Kırım birlikleri ile Palcı mevkiinde Rus ordusunu kuşattı. 12-21 Temmuz 1711'de meydana gelen Prut Savaşı'nda Yeniçeriler'in isteksizliği yüzünden iyi bir netice alınamadı. Rus Çarı araya Çariçe I. Katerina'yı sokarak Baltacı Mehmet Paşa'ya barış teklifinde bulundu. 1711 yılının Temmuz ayında yapılan görüşmeler sonucunda sadrazam Prut Antlaşması'ni yaparak İstanbul'a döndü.
Padişah bu anlaşmadan memnun kalmadığı için Baltacı Mehmet Paşa'yı azlederek yerine Damat Ali Paşa'yı getirdi. Rusların anlaşma metnine uymaması sonucunda yeni Sadrazan Damat Ali Paşa, Rusya üzerine yürüdü. 1713 yılında imzalanan Edirne Antlaşması ile Karlofça Antlaşması'nda Ruslara verilen yerler geri alındı.
Karlofça Antlaşması'da Venedik ve Avusturya'ya verilen yerlerin de geri alınması için çalışmalar başladı. Venedik'in Karadağlıları himaye etmesi üzerine Venedik'e savaş açıldı. Avusturya'nın Karlofça Antlaşması'nın maddelerince Mora'nın Venediklilere verilmesini istemesi üzerine Avusturya da savaşa dahil oldu. 1716 yılında Petervaradin'de yapılan savaşta, Avusturya Venedik'in ittifakı sonucu Osmanlı ordusu yenilgiye uğratıldı ve Damat Ali Paşa hayatını kaybetti. Bu durumdan yaralanan Avusturya orduları Tamaşvar veBelgrad'ı ele geçirdiler. Petervaradin mağlubiyeti neticesinde 1 Temmuz 1718'de Pasarofça Antlaşması imzalandı.
Antlaşmaya göre Sava Nehri sınır olmak üzere Belgrad, Banat ve Semendire Avusturya'ya; Dalmaçya, Bosna ve Arnavutluk kıyıları Venedik'e verildi, Mora Yarımadası Osmanlı'da kaldı.
Pasarofça Antlaşması'ndan sonra Osmanlı Devleti, 1730 yılına kadar 12 yıllık bir barış ve refah dönemi yaşadı. Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'nın sadrazam olduğu bu döneme "Lale Devri" denilmektedir. Damat İbrahim Paşa da III. Ahmet de barışçıl bir politikadan yanaydılar.Ülke içinde huzuru sağlamak, orduyu kuvvetlendirmek, devleti maddi ve manevi en yüksek seviyeye çıkarmak için çalışıldı. İstanbul'da ilk matbaa kuruldu. Yalova'da kağıt, İstanbul'da Tekfur Sarayında bir çini fabrikası açıldı. İstanbul'a davet edilen ve uzun seneler İstanbul'da kalarak orada vefat eden Comte de Bonneval (Humbaracı Ahmed Paşa), humbaracı ocağını ıslah etti. İstanbul'un su ihtiyacını temin için bir de bend yaptırılıp "Derya-yı Sim" adı verildi. İstanbul'da sık sık çıkan yangınları daha hızlı kontrol altına almak için, yeniçeriler içinden bir itfaiye örgütü oluşturuldu. Her tarafta birçok köşk, saray ve lale bahçeleri yapıldı.
1724 yılında İran-Safevi Devleti'nde taht kavgaları başlamıştı. Bu durumdan yararlanarak İran'ı ele geçirmek isteyen Rusya harekete geçti. İran'ın Rusya'nın eline geçmesini istemeyen Osmanlı Devleti, İran'a sefer düzenleyerek Gürcistan, Güney Azerbaycan,LuristanErdelanKirmanşah ve Hemedan'ı ele geçirdi. 1725'de Osmanlı askeri Tebriz'e girdi. GenceRevan ve Nahcivan alındı. Ruslarla yapılan İstanbul Antlaşması'na göre Azerbaycan'da alınan yerler Osmanlılarda kalacak, DerbentBakü ve Dağıstan Ruslara bırakılacaktı.
1730 yılında Nadir Şah İran hakimiyetini ele geçirerek, İran birliğini tekrar kurdu. Osmanlı Devleti'nin elinde bulunan önemli bazı eyaletleri geri aldı. Bu durum Damat İbrahim Paşa'nın düşmanlarını harekete geçirdi. Zevk ve sefahat devrinden memnun olmayan bu yapılanları israf olarak gören bir kitle oluşmuştu. Bu topluluk İran seferinden olumsuz haberler gelmesi üzerine, harekete geçmiş camilerde ve diğer yerlerde propaganda yaparak ayaklanmanın zeminini oluşturmaya başlamıştı. Yeniçerilerin içerisinde de huzursuzluk belirmişti. Bazı devlet adamları, padişah ve Damat İbrahim Paşanın İran üzerine sefere çıkmak üzere Üsküdar'a geçtikleri sırada Yeniçerileri ayaklandırarak büyük bir isyan başlattılar. 1 Ekim 1730'da on yedinci Ağa Bölüğü Yeniçerisi Patrona Halil adında bir asinin önderliğinde başlayan isyan kısa sürede büyüdü. İsyancılar sadrazamın ve padişahın görevinden alınmasını istediler. Bunun üzerine bazı devlet adamları isyancılara teslim edildi ve idam edildi. İsyancılar İstanbul'a büyük zarar verdiler. Sadabad Köşkü'nü yaktılar. Divan şairlerinden Nedim bu isyan sırasında hayatını kaybetti.
Patrona Halil ve isyancıların isteği üzerine 1 Ekim 1730'da III. Ahmet tahttan indirilerek yerine I. Mahmut getirildi. 27 sene hükümdarlık yapan III. Ahmet hayatının geri kalanını ilim ve ibadet ile geçirdi. 1 Temmuz 1736 tarihinde vefat etti. Yeni Cami'de Turhan Valide Sultan Türbesi'ne defnedildi.
III. Ahmet ülkenin imar çalışmalarına önem verdi. Annesi için Üsküdar’da Yeni Valide Sultan Camii ve bunun yanında bir sebil, çeşme, sıbyan mektebiyle bir imaret yaptırdı. Galata Kulesini tamir ettirdi. Topkapı Sarayının Bab-ı hümayun kapısı önünde yaptırdığı çeşme, Osmanlı mimarisinin şahane bir eseridir. Kağıthane, Çağlayan Kasrı önünde, Hasköy’de, Aynalı Kavak Kasrı civarında, Üsküdar’da, Üsküdar İskele Camii meydanında klasik tarzda dört cepheli olmak üzere pek çok çeşme inşa ettirdi. 1715'de Galatasaray haricinde bir cami, 1716'da Bebek Camii ile etrafındaki külliyeyi yaptırdı. İlim adamlarını ve sanatkârları korudu.
III. Ahmet aynı zamanda şair ve hattattı. "Necib" mahlasıyla şiirler yazdı. Ayrıca Musiki ile de yakından ilgileniyordu. Divan şairlerindenUrfalı Nabi Efendi'nin hem kendisini hem de şiirlerini çok severdi. Yaptırdığı Sultanahmet Çeşmesi'ne kendi şiirini bizzat yazdı.Topkapı Sarayı önünde yaptırdığı çeşmenin cephesine, şu tarihi bizzat kendisi yazmıştır.
Târihi Sultân Ahmed'in cârî zebân-ı lüleden Aç Besmeleyle iç suyu Hân Ahmed'e eyle du'â (Aynur, Karateke, 1995:175)

XVIII.yüzyıl Islahat Adamı : II.Mahmut

II. Mahmut

II. Mahmut; 30. Osmanlı padişahı ve 109. İslam halifesidir. Osmanlı tarihi boyunca belki de en çok dönüm noktasının yaşandığı bir dönemde padişahlık yapmıştır. Genelde Osmanlı Devleti'nin batılılaşma, bilim teknik alanında ilerleme, modernleşme hareketlerinde 2. Mahmut bir öncü olarak kabul edilir. En köklü reformlar, en köklü değişiklikler 2. Mahmut zamanında yapılmıştır. 

II. Mahmut; 20 Temmuz 1785'te Topkapı Sarayı'nda dünyaya gelmiştir. Babası 1. Abdülhamit, annesi Nakşidil Sultandır. Babasının padişahlığı boyunca bebekliği sarayda geçmiştir. Fakat babası, 2. Mahmut daha çok küçük yaştayken vefat ettiği için tahta 2. Mahmut yerine 3. Selim geçmiştir. 3. Selim kısır olduğu için gelecekte 2. Mahmut'un tahta geçeceğini umut etmiş, küçüklüğünden beri 2. Mahmut ile çok yakından ilgilenmiştir. Padişahlığı döneminde incelendiğinde 2. Mahmut ile 3. Selim'in ilgi alanlarının birbirine çok benzemesi, olaylara bakış açılarının, getirdikleri çözümlerin birbirine çok benzemesi de çocukluğunda 2. Mahmut'un, kuzeni 3. Selim'den epey etkinlendiğini göstermektedir. 

2. Mahmut
Nizam-ı Cedit ordusunu kuran 3. Selim yeniçerilerin ve birçok muhafazakar kesimin hoşnutsuzluğuna maruz kaldı. En sonunda patlak veren Kabakçı Mustafa İsyanı ile tahttan indirilip hapse atılan 3. Selimin yerine, 2. Mahmut'un ağabeyi 4. Mustafa getirildi. Fakat 3. Selim ne olursa olsun çocuğu gibi ilgilendiği kuzeni 2. Mahmutun tahta geçmesini istiyordu ve bu uğurda mücadele etmeye devam etti. Zaten ilerleyen zamanda 4. Mustafa; 3. Selim ile kardeşi 2. Mahmut'un ölüm emrini verdi. 3. Selim feci şekilde öldürülürken, 2. Mahmut yoğun çabalar sonucunda kaçmayı başardı ve Alemdar Mustafa Paşa'nın da yardımıyla 2. Mahmut 30. Osmanlı padişahı olarak tahta çıkmayı başardı. 

2. Mahmut tahta çıkar çıkmaz, 3. Selimin izinden ıslahat ve reform hareketlerine devam etti. Bütün politikalarını modernleşme, batıyı yakalama ve bilim-teknikte ilerleme üzerine geliştirdi. Ama bunun için devletin huzurlu, güvenli bir ortamda olması gerekiyordu. Fakat 2. Mahmut dönemi tam tersine, en buhranlı dönemlerden biri olmuştur. Balkanlarda Osmanlı Devletinin gücünü iyice zaıyflatan bağımsızlık isyanları, Fransa'nın Cezayir'i işgal etmesi, Rusya'nın Navarin'de Osmanlı donanmasını yakması, Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın Kütahya'ya kadar dayanması gibi devletin yok olmasını an meselesi haline getiren olaylar 2. Mahmut döneminde yaşanmıştır. Böyle bir ortamda devletin güvenliğini biraz olsun arttırmak adına 2. Mahmut; Alemdar Mustafa Paşa'nın da önerisiyle ülkenin dört bir yanındaki ayanlarla bir toplantı yaparak "Sened-i İttifak" ı imzalamıştır. Ayan; ileri gelen, zengin kimse demektir. Bu anlaşmaya göre, ayanlar devlete sadık kalacak, tüm yenilik hareketlerini destekleyeceklerdi. Buna karşılık olarak ayanlara, üzerlerine olan mülkleri ebediyen ailelerine miras bırakma hakkı tanınmıştı. 

Bu hamleden sonra 2. Mahmut, ilk ıslahat hareketi olarak "Sekban-ı Cedit" adlı Avrupa tarzında yeni bir ordu kurdu. Ancak bu ordu da yeniçerilerin isyan çıkarması ve saraya yürümesi, yapılan çeşitli çatışmalarla müzakereler sonucunda kaldırıldı. Bu isyan sırasında sadrazam Alemdar Mustafa Paşa yeniçeriler tarafından öldürülmüştür. Ayrıca 2. Mahmut döneminde; uzun süredir devam eden Rus savaşı Bükreş anlaşması ile sona erdirilmiş, Sırp isyanı da son çare olarak zor kullanılarak bastırılmıştır. Bu süre içerisinde devletin otoritesinin zayıfladığını düşünüp bağımsız hareketlere girişen bazı ayanlar da Sened-i İttifak gereğince 2. Mahmut tarafından bastırıldı. Kimisi teslim oldu, kimisi idam edildi. Kavalalı Mehmet Ali Paşa ile anlaşmaya varılarak bu mesele de sona erdilirildi. Fakat 2. Mahmut döneminde patlak veren İran savaşı da Osmanlı Devleti'ni bir süre uğraştırdı fakat sonunda Erzurum Anlaşması yapılarak İran ele geçirdiği yerleri geri verdi ve işgali başaramamış oldu. Yine 2. Mahmut döneminde patlak veren Yunan isyanı da bastırıldı. 

2. Mahmut döneminde yapılan en önemli yenilikler:
  • Yeniçeri ocağının kaldırılması ve yerine Sekban-ı Cedit'ten sonra Asakir-i Mansure-i Muhammediyye adlı Avrupai bir ordunun kurulması
  • Sarık, cübbe gibi kıyafetlerin devlet dairelerinde yasaklanarak yerine fes, pantolon, vs. batı tarzı kıyafet zorunluluğu getirilmesi
  • Divan-ı Hümayun'un kaldırılması ve yerine bugünkü bakanlıklara benzer şekilde nazırlıklar kurulması
  • Gerçek anlamda ilk nüfus sayımının yapılması
  • İlk posta teşkilatının kurulması
  • Tamamiyle batılı tarzda eğitim veren ilk eğitim kurumu olarak Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane ve ilk harp okulu olarak Mekteb-i Harbiye'nin kurulması
  • İlk resmi gazete Takvim-i Vakayi'nin kurulması ve yayımlanmaya başlanması 
olarak sıralanabilir.

2. Mahmut, 1839 yılında İstanbul'da vefat etmiştir. 

Kanuni Sultan Süleyman ( I.Süleyman)



27 Nisan 1495 tarihinde Trabzon'da dünyaya gelen Kanuni’nin babasıYavuz Sultan Selim, annesi de Hafsa Hatun'du. Babası tarafından küçük yaşlarından itibaren yetiştirilmeye başlanan Kanuni, çok iyi bir tahsil gördü. İlk eğitimini annesinden ve babaannesi Gülbahar Hatun'dan alan Kanuni, yedi yaşına gelince öğrenimine devam etmesi için İstanbul'a, dedesi Sultan II. Bayezid'in yanına gönderildi. Süleyman, İstanbul’da Karakızoğlu Hayreddin Hızır Efendi'den aldığı tarih, fen, edebiyat ve din derslerinin yanı sıra, savaş teknikleri konusunda da öğrenim görüyordu.
Birkaç sene babası Yavuz Sultan Selim'in yanında kalan Şehzade Süleyman, 1509’da kanunlar gereği sancak istemesi üzerine, önceŞarki Karahisar'a oradan da Bolu, kısa bir süre sonra da annesinin doğum yeri olan Kırım’daki, Kefe sancakbeyliğine atandı.
Yavuz Sultan Selim'in 1512'de tahta geçmesi üzerine İstanbul'a çağırılan ve babasının kardeşleriyle mücadeleleri sırasında İstanbul'da kalarak babasına yardım eden Süleyman, bu dönemdeSaruhan sancakbeyliği de yaptı. Yavuz Sultan Selim'in ölümü üzerine,30 Eylül 1520'de 25 yaşındayken Osmanlı tahtına geçen ve kardeşleri arasında tek erkek çocuk kendisi olduğu için tahta geçişi kolay ve kavgasız olan Süleyman, hükümdar olmasından bir yıl sonra Belgrad'ı Osmanlı topraklarına kattı.
Babasının yaptığı yeniliklerle sağlamlaşmış temeller üzerinde duran bir devletin başına geçen Kanuni, iç bunalımlarla çok uğraşmasına gerek kalmadan Batı dünyasını inceleme ve Osmanlı’yı gözlemlerine dayanarak geliştirme fırsatını buldu.
Yavuz Sultan Selim döneminde Mısır'ın alınmasının ardından, Şam Valisi olarak atanan Canbirdi Gazeli'nin çıkardığı ilk isyanla başlayan bir dizi isyanı kontrol altına almaya çalışan Kanuni, amacı Memlük Devleti'ni yeniden kurmak olan Canbirdi Gazeli’yi, Ocak1521’de Dulkadiroğulları’ndan Şehsuvaroğlu Ali Bey komutasındaki Osmanlı kuvvetleriyle bozguna uğratılarak yakalattı ve idam ettirdi. Takip eden yıllarda yine Mısır'da sadrazamlık hakkının kendisinde olması gerektiğini savunan Ahmet PaşaAnadolu'daSafeviler'in desteğiyle ortaya çıkan Kalender Çelebi ve 1527’de vergi sistemini bahane ederek ayaklanan Baba Zünnun isyanlarıyla uğraşan, Kanuni Sultan Süleyman, çıkarılan bütün isyanları başarıyla bastırıldı.
Kanuni döneminde Avrupa'nın en güçlü devleti olan Roma-Germen İmparatorluğu hükümdarı ŞarlkenMacaristan'a hakim olabilmek amacıyla, Macar Kralı II.Lui ile yakın ilişkilere sahipti. II. Lui, Şarlken'e güvenerek vergilerini ödemiyor ve kendisine gönderilen Osmanlı elçilerini öldürtüyordu. Bunun üzerine, Kanuni harekete geçti ve Belgrad, karadan ve Tuna Irmağı’ndan kuşatıldı.29 Ağustos 1521’de ele geçirilen şehre, Belgrad Muhafızı olarak Balı Paşa getirildi. Kanuni Sultan Süleyman'ın ilk fethi olan bu olay sonrasında, İstanbul'a gönderilen bazı Belgrad’lılar kurulan Belgrad köyüne yerleştirildi. Belgrad'ın fethinin önemli olmasının bir başka sebebi de bundan sonraki seferler açısından, Osmanlı’nın Avrupa'ya açılan en büyük kapısı olmasıydı.
Alman İmparatoru Şarlken'in, fikirlerine karşı çıkan Fransa Kralı François'yı esir almasının ardından, François’nın annesi Düşes Dangolen’in yardım istemesi üzerine, Barboros Hayreddin Paşa’yı Fransa'nın Akdeniz kıyısındaki Nice şehrine gönderen Kanuni, Şarlken'in donanmasını alt ederek, hem Fransa'yı hem de Fransız Kralı’nı kurtardı.
Daha sonra François’nın da baskılarıyla Şarlken'e karşı savaş açmaya karar veren Kanuni, orduyu Tuna Nehri’nden geçirerek Macaristan'a soktu. 29 Ağustos 1526 tarihinde I. Viyana Kuşatması’nın ardından Macar ordusuyla Mohaç'ta yapılan savaş sonundaBudin alındı. Macaristan Osmanlı topraklarına katıldı ve başına Macar soylularından Jan Zapolya getirildi.
Macaristan'ın fethi, Osmanlı’yı Avusturya ile karşı karşıya getirdi. Macaristan'ın Osmanlı hakimiyetine girmesini istemeyen Avusturya Dükü Ferdinand’ın, Şarlken'in de desteğiyle Jan Zapolya'yı tanımayarak ve Budin'e girmesinin ardından karşı sefere çıkan Kanuni, Budin'i geri aldı. Tekrar savaşa girmeyi göze almayan Ferdinand ve Şarlken’in Avusturya'nın başkenti Viyana'ya çekilmelerinin ardından 26 Eylül 1529 tarihinde Viyana kuşatıldı. Ancak kış mevsimine girilmesi nedeniyle 16 Ekim’de kuşatma kaldırıldı. Osmanlı’nın, Viyana kuşatmasından bir sonuç elde edememesine rağmen, Macaristan'daki durumunu güçlendirmesinin ve Avrupa'nın karşı saldırı yapmasını engellemesinin ardından, Kanuni'ye bir elçi göndererek, vergi karşılığında Macaristan'ın kendisine verilmesi isteğinin kabul edilmemesi neticesinde Ferdinand Budin'i kuşattı.
Bunun üzerine Almanya seferine çıkan ve Budin'i geri alıp Estergon'a kadar ilerleyen Osmanlı ordusu, Avusturya ve Almanya içlerine akınlar düzenledi. Yedi ay süren Almanya seferi sırasında Avusturya'da bir çok kasaba, şehir ve kale fethedildi. Fetihlerin ardından Ferdinand’ın barış istemesi sonucunda 22 Temmuz 1533 tarihinde imzalanan İstanbul Antlaşması ile bir süreliğine Ferdinand ve Şarlken'in hem Macaristan hem de tüm Avrupa'yı ele geçirme çabalarının önüne geçilmiş oldu. Ancak Ferdinand'ın Macaristan’dan vazgeçmeye niyetli değildi. Ferdinand’ın Budin'i tekrar kuşatmasının ardından 1540 yılında Macaristan seferine çıkan ve Budin'e giren Kanuni’nin, Sigismund'u Erdel Beyliği'ne ataması ve Macaristan'ı Osmanlı Devleti'ne bağlı Budin eyaleti haline getirmesinin ardındanSüleyman Paşa bu bölgenin beylerbeyliğine atandı. Avusturya'nın elinde sadece Kuzey Macaristan'ın kaldığı bu sefer sonrasında, Osmanlı-Macaristan, Almanya, Avusturya ilişkileri Kanuni'nin ölümüne kadar devam etti.
Kanuni Sultan Süleyman’ın Avrupa'ya yönelmesini değerlendirmek isteyen Safevi Devleti, doğuda Osmanlı İmparatorluğu için tehlike yaratmaya başladı. Avrupa'da İstanbul Antlaşması’yla geçici de olsa barışı sağlamasının ardınan, İran üzerine ilk seferine çıkan veAzerbaycanTebriz ve Hamedan’ı alan Kanuni, Irakeyn seferiyle de 1534 senesinde Bağdat’ı ele geçirdi.
Kanuni'nin Avusturya'ya sefer düzenlemesinden yararlanmak isteyen Safevi Şahı Tahmasb’ın, kardeşinin Osmanlılar’a sığınmasını öne sürerek, Tebriz, Nahçıvan ve van'ı ele geçirmesi üzerine Kanuni, ikinci kez İran’a sefer düzenledi. 1548’de seferden Van ve Tebriz geri alınmış olarak dönüldü. 1553 yılında tekrar saldırıya geçen Safeviler, Doğu Anadolu'da ilerleyerek mus'a kadar gelip, Erzurum'u kuşattılar. Bu olay üzerine üçüncü İran seferine çıkan Kanuni’nin, Revan, Nahçıvan ve Karabağ'ı almasının ardından Şah Tahmasb'ın isteği üzerine barış yapıldı ve 1555’de Amasya Antlaşması imzalandı. Osmanlı İmparatorluğu ve İran arasında yapılan ilk resmi antlaşma özelliğini taşıyan antlaşma sayesinde, Yavuz Sultan Selim döneminden beri devam eden İran sorunu çözüme kavuşurken, Doğu Anadolu, Tebriz ve Bağdat Osmanlı hakimiyetinde kaldı.
Denizciliğe önem verilen Kanuni döneminde Rodos Adası, St Jean Şövalyeleri’nin elindeydi. Korsanlık yaparak denizlerde huzuru bozan ve Türk donanmasına zarar veren Şövalyeler’i durdurmak için 1522 yılında düzenlenen seferle Rodos ele geçirildi.
Cezayir’in 1516'da Baba Oruç ve kardeşi Barbaros Hayreddin Paşa tarafından İspanyollar’dan alınmasının ve 1518 senesinde Barbaros Hayreddin’in, Cezayir'in başına geçmesinin ardından Kanuni, 1533 senesinde Barbaros Hayreddin Paşa'yı İstanbul'a çağırarak Kaptan-ı Derya'lığa getirdi. Böylece, Cezayir Osmanlı topraklarına katılmış oldu. Osmanlı Donanması’nın başına geçen Barbaros, daha sonra Ege Denizi'nde Venedik’lilerin elinde bulunan adaları aldı. Osmanlı Devleti tarihine geçmiş denizcilerden biri olan, Kaptan-ı Derya Barbaros Hayreddin Paşa, Kuzey Afrika'yı da ele geçirdi.
Osmanlılar’ın Akdeniz'de kuvvetlenmeleri ve tüm Ege denizine hükmetmeleri Avrupa'yı harekete geçirirken, devam eden Avusturya ve Macaristan seferleri büyük bir Haçlı donanması hazırlanmasına neden oldu. Venedik ve Ceneviz'liler dışında MaltaPortekiz veİspanya'ya ait gemilerin de bulunduğu Andrea Doria komutasındaki Haçlı donanmasıyla, 27 Eylül 1538'de Preveze Körfezi'nde yapılan savaşta, Barbaros Hayreddin Paşa komutasındaki Osmanlı donanması büyük bir zafer elde etti. Tarihe Preveze Deniz Zaferi olarak geçen bu savaş sonunda, Akdeniz’in hakimiyeti tamamen Osmanlı’nın eline geçti.
1541’de Haçlı donanması Cezayir'e saldırdıysa da Osmanlı donanması karşısında bozguna uğradı. Barbaros tarafından yetiştirilenTurgut Reis Trablusgarb'ı karadan ve denizden kuşatarak aldığı seferle, 1551’de Bingazi de Osmanlı Devleti topraklarına dahil oldu.
Turgut Reis'in, İspanyollar'a ait olan Cerbe Adası’nı kuşatmasının ardından, Andrea Doria komutasındaki bir Haçlı donanması İspanyol güçlerine yardıma geldi. Savaş sonrasında kazanılan zaferle Cerbe Adası 1559 yılında Osmanlı’nın oldu.
1522 yılında, Rodos'un fethinin ardından Malta'ya yerleştirilen St. Jean Şövalyeleri’nin, Osmanlı için bir tehlike oluşturması sebebiyle, Trablus ve Cezayirin güvenliği için Malta'nın alınması gerekiyordu. Ancak 1565 senesinde çıkılan ve Turgut Reis’in hayatını kaybettiiği kuşatma başarılı olmadı.
Coğrafi keşiflerin ardından sömürge arayışlarının başlamasının, Portekiz ve İspanya gibi devletleri sömürge elde etmeye yöneltmesi,Kızıldeniz ve Hint ticaret yollarına hakim olmaya çalışmaları ve Ümit Burnu’nun keşfi, Osmanlılar’ın baharat ticaretine büyük darbe vurdu. Bu sebeplerden ötürü Kanuni döneminde, dört kez Hint deniz seferi düzenlendi. Ancak Osmanlı donanmasının okyanus şartlarına uygun olmaması nedeniyle bu seferlerden hiçbiri tam başarıyla sonuçlanmadı. Ancak YemenEritreSudan sahilleri veHabeşistan'ın bazı bölgeleri Osmanlı topraklarına katıldı. Arap yarımadası tamamen Osmanlı denetimine girerken, Kızıldeniz’de de Osmanlı egemenliği sağlandı.
1551 yılında düzenlenen İkinci Hint Seferinde Osmanlı donanmasının başında bulunan Piri Reis, bu sefer sırasında Maskat'ı alarak Portekiz donanmasını bozguna uğrattıysa da, donanmayı Basra'da bırakıp ganimetlerle geri döndüğü için Mısır'da idam edildi.
1520 – 1566 seneleri arasında tahtta kaldığı 46 yıllık dönemde babası Yavuz Sultan Selim'den 6.557.000 km kare olarak devraldığı Osmanlı topraklarını 14.893.000 km kareye çıkaran Kanuni Sultan Süleyman saltanatı döneminde mimari çalışmalara da önem verdi. Yavuz Sultan Selim tarafından temelleri atılan İstanbul'daki Sultan Selim Camii'ni tamamlamasının yanı sıra döneminde, Gebze'deÇoban Mustafa Paşa Camii ve Külliyesi, Afyon Sincanlı Sinan Paşa CamiiBozöyük Kasım Paşa Camii gibi yapılar da inşa edildi.
Kanuni döneminde Osmanlı İmparatorluğu’nun en önemli ve tanınmış mimarı Mimar Sinan da pek çok esere imza attı. Halep Hüsrev Paşa Camii, İstanbul Haseki Külliyesi, İstanbul Şehzade Camii ve Medresesi, Üsküdar Mihrimah Camii, İstanbul Süleymaniye Camii ve Külliyesi, Tekirdağ Rüstem Paşa Camii ve Külliyesi, Silivri Kapı İbrahim Paşa Camii, İstanbul Rüstem Paşa Camii, İstanbul Sinan Paşa Camii, Topkapı Kara Ahmet Paşa Camii ve Külliyesi, Fındıklı Molla Çelebi Camii, Babaeski Semiz Ali Paşa Camii, Büyükçekmece Kanuni Sultan Süleyman Külliyesi ve Köprüsü, Süleymaniye Tekkesi bunlardan en önemlileri arasındadır.
Ciddiyeti, iradesi, ve kendine güveniyle tanınan Kanuni, etraflı düşünür, verdiği emirden asla geri dönmezdi. Kendisine "Kanuni" denmesinin sebebi, yeni kanunlar koymasından değil, mevcut kanunları kayda geçirip, çok sıkı bir şekilde uygulamasından dolayıydı. Batı kaynakları ve tarihçileri de, büyük ve kudretli vasfindan dolayı kendisini “Muhteşem” ve “Büyük” (Magnificent, Magnifique, Der Practige, Grand Turc) gibi isimlerle andılar.
Adaletli bir padişah olarak bilinen Kanuni, Mısır’dan gelen vergiyi fazla bulup, halka zulm ettiği gerekçesiyle Mısır Valisi’ni görevden alması gibi örneklerle bu yönünü ortaya koyuyordu. Avrupa tarihçilerinin Muhteşem Süleyman şeklinde andıkları Kanuni, büyük dedesiFatih Sultan Mehmed gibi birçok seferde ordusunu bizzat yönetti. Devlet adamı vasıflarının beraberinde, Kanuni aynı zamanda ünlü bir şairdi.
Son seferi olan Macaristan seferinde Zigetvar Kalesi’ni kuşatan Kanuni’nin, 7 Eylül 1566 tarihinde, kuşatma devam ederken ölmesine rağmen kale fethedildi. Kanuni Sultan Süleyman’ın cenazesi Mimar Sinan'a yaptırdığı Süleymaniye Camii'nin avlusundaki türbeye gömüldü. Daha sonra karısı Hürrem Sultan da buraya gömüldü.
II. SelimBayezidAbdullahMuradMehmedMahmudCihangirMustafa adlarında sekiz erkek çocuğu ve Mihrimah SultanRaziye Sultan adında da iki kız çocuğu olan Kanuni’den sonra tahta, Hürrem Sultan’dan olan oğlu II. Selim geçti.

8 Mayıs 2014 Perşembe

18. Yüzyılda Osmanlı Döneminde Minyatür



18.yüzyıl Osmanlı resmi, III. Ahmet (1703-1730) Edirne Sarayı'nı terk edip İstanbul'a geri döndükten sonra (1718) başlar ve Lale Devri'nin (1718-30) sonuna kadar sürer. III. Ahmet ve Sadrazamı İbrahim Paşa, kişilik olarak benzer özelliklere sahiptir ve enerjisinin çoğunu önemli kültürel ilerlemelere adamışlardır. III. Ahmet, tüm şairleri, kaligrafları ve çağının sanatçılarını korumuş ve 12 yıllık Lale Devri minyatür alanında sadece yüzyılın en üretken ve verimli dönemi olmakla kalmamış, ayrıca Osmanlı resminin son yaratıcı çağı olmuştur. Bu dönem resmi, geçmiş gelenekle bağları koparmamış da olsa yaklaşım olarak yenidir. Bunun nedeni Avrupa ile olan yakın kültürel ilişkilerdir. 
-LEVNİ'NİN YAPMIŞ OLDUĞU BİR MİNYATÜR- 

  Levni, III. Ahmet döneminde çalışmıştır. Surname-i Vehbi, III. Ahmet'in düzenlediği bir şöleni anlatır (1720). Figürler büyük ölçülüdür ve her sahnede büyük yer kaplarlar. Arka plan ve kuruluş detaylı gösterilmez. Böylece dikkat figürlere çekilir. Figürler akılcı gölgeleme ve kıyafetin ele alınış şekliyle üç boyutlu gibidir.
18.yüzyılda portre geleneğini Levni ile devam eder. Levni'nin tek sayfalar halinde, kitaplardan bağımsız minyatürlere (murakka) önem vermiş olması da ilginçtir. Ondan önce bu tarz resimlere rastlanılırsa da asıl önemini Levni ile kazanmıştır. Ayrıca   Levni ile birlikte kadın figürü ilk kez minyatüre büyük ölçüde girmiş ve sahnelerde önemli bir yer tutmuştur.
  Levni'yi izleyen dönemde (1735-45 arası) çağının zevkine uygun çiçek resimleri ve çoğu kadın tek figürler yapmış olan Abdullah Buhari önemlidir. Onun 1741-2 tarihli yıkanan kadın resmi kadın figürünün konu alındığı minyatürlerin en ilgi çekicilerinden birisidir.
  18.yüzyılda Avrupa zevki ilkin süslemede Rokoko ile gelir. Sonra yabancı ressamlarla yüzyılın ikinci yarısında etkisi artar. 19.yüzyılda yapılmış olan ve III. Selim'i Vezir Koca Yusuf Paşa ile gösteren resim, artık minyatür özelliğini tamamen kaybederek perspektifli batı resmine uygun bir hale getirir.

  Minyatürlü el yazmalarının son derece masraflı bir iş olması, giderek ekonomik zorluğa sürüklenen Osmanlıda bu sanatın görkemini kaybetmesine neden olur. Aynı sıralarda Osmanlının batıya olan ilgisi artmakta ve ülkeye sürekli artan sayıda batılı sanatçı girmektedir. Bu durum batılı anlamda resim sanatına ve tekniğine duyulan ilginin artmasına neden olur. Böylece gelişim süreci yeni bir aşamaya gelen minyatür sanatı, değişen koşullar nedeniyle bu aşamayı gerçekleştirme imkanı bulamamış ve yerli sanatçıların Avrupa resmine temellenen yeni sanat biçimine yönelmesiyle son bulmuştur.

17-18. yy Avrupa Kültür ve Sanatında Osmanlı Tesirleri

Avrupa Birliği’ne üyeliğin sâbit gündem maddesi hâline geldiği şu günlerde, asırlık kimlik meselemiz tekrar karşımıza çıkıyor ve Türkiye’nin ne kadar Avrupalı olduğu tartışılıyor. ‘Modernleşme’nin ‘Batılılaşma’ olarak kodlandığı tarihî bir serüvendir söz konusu olan. Gerçekten de tarih kitapları, Osmanlı’dan bu yana devam eden Batılılaşma süreci hakkında pek çok bilgiyle dolu. Oysa bu karşılıklı tesir sürecinde ağırlık, tamamen tek taraflı mıydı? Şimdi kendinizi -bir an olsun- içinde bulunduğunuz zaman diliminden sıyırın ve tarihî ezberi bozmayı deneyin: Paris’in sırf Türklere benzemek için sarık sarıp, cübbe giyen soyluları, Türk usûlü düğün yapan Avusturya saraylıları, şatolarda Türk halıları, Türk çiçeği lâle, Türk içeceği kahve, kahvehane derken her yerde izinizin olduğu geniş bir coğrafya hayal edin; karşınızda 18. yüzyıl Avrupa’sı belirmiş olacak. Fransız elçisi Herbette o dönemden bahsederken; “Paris âdeta İstanbul mahallelerinden biri hâline geldi.” diyerek aynı çerçeveyi veriyor.1
Batılılaşan Osmanlı kadar, Osmanlılaşan Batı da bir gerçek. Avrupa’nın Osmanlı ile başı korku ve merak; ortası takdir ve özenme; sonu oryantalizm olan münasebetlerinde Osmanlı’nın Avrupa’ya önemli tesirleri olmuştur.
Anneciğim, Türkler!
17. yüzyıl sonlarına kadar Avrupa’da oldukça yaygın olan ‘Türk korkusu’ (Türkenfurcht) önemli bir gerçeğe karşılık gelir. Bu korku o kadar canlıydı ki, Almanya’da tehlikeye karşı Türk çanı (Türkenglocken) ve Türk vergisi ihdas olundu. İlk gazete (Neue Zeitung) 1502’de Türklere ait haberler için çıktı.2 16. yüzyılda yaklaşık 2.000 başlık tebliğ, levha, kitap ve dergi Türklerden bahsetmekteydi. Meselâ, ‘Türkendrucke’ (Türk baskısı) adlı bir gazete, sadece halkta Türklere karşı nefret uyandırmayı hedeflerken, aynı maksatla ‘Türkenbücherein’lar (Türk kitapçıkları) bütün köylere ulaşıyordu.3 İspanyolların “Türk’ün geçtiği yerde ot bitmez” atasözü de o dönemde Avrupa’da çöreklenmiş Türk korkusuna ayna tutuyor. Aslında ‘Mama, li Turchi!’ (Anneciğim, Türkler!) İtalya’da ve Franco dönemi İspanya’sına kadar da tazeliğini koruyan bir korkunun ifadesiydi. Son otuz yıla kadar ‘Türk’ adının ‘coco’ (umacı, öcü) mânâsında kullanıldığı ise, bilinen bir gerçek.4
Kısa sürede yaşanan pek çok harbin yanı sıra diplomatik münasebetlerin zayıflığı da, Avrupa’da Türk korkusunu beslemekteydi. Osmanlı fetih hareketlerinin kesif olarak yaşandığı 16. yüzyıl Avrupa’sında “Kendi günahlarımız yüzünden başımıza bunlar geliyor.” cümlesi, mektupların bitiş ibaresi hâline gelmişti. Reform hareketlerini tetikleyen Martin Luther 1517’de “Tanrı Türkler vasıtasıyla bizim günahlarımızı cezalandırıyor.” derken; Türklerin Tanrı tarafından bu vazifeyle gönderildiği için, onlara karşı çıkmanın esas günah olduğunu söylüyordu.5 Dönemin eserlerine bakıldığında ise, Türklerin bazen Deccal, bazen de Hristiyanların başına belâ olmuş kaba-saba, cahil, katı yürekli barbarlar olarak tasvir edildiği görülmektedir. Türk korkusunun bu tarz yansımalarına rağmen kültürel alışverişlerin daha erken dönemde başladığı söylenebilir. 

Türk modası öncesi etkileşim örnekleri
Türk imajının Avrupa sanatına yansıması, esas olarak Fatih Sultan Mehmet’le başlar. Fatih’in siyasî muvaffakıyeti kadar şahsiyeti ve Batı dünyasına bakışı da bu karşılıklı tesir sürecini hızlandırır. Fatih, Rönesans bilim ve sanatını yakından takip etmiş, Bellini ve Costanzo gibi pek çok sanatçıyı ülkesine davet etmiştir. Hristiyanların da hükümdarı olduğunu vurgulayan padişahın, bugün Topkapı Sarayı’nda bulunan ve ‘El Gran Turco’ (Büyük Türk) yazısını taşıyan portresi, Bizans hükümdarlarının portresine benzetilmiştir. 2. Bayezid babası gibi resme ilgi duymasa da mimarlık ve mühendislik sahalarında Avrupalı bazı sanatçılara müracaat etmiştir. Meselâ, Leonardo da Vinci, Sultan 2. Bayezid’e gönderdiği mektubunda Galata ile İstanbul yakasını bağlayacak yüzer köprü teklifinde bulunmuştur. Bu köprü projesini, Leonardo’nun defterlerinde görmekteyiz.6
Padişahların temasları yanında, ticaret de kültürel alışverişin hızlanmasında tesirli bir yoldu. Türk halıları, buna en güzel örnektir. Saray envanterleri, 14. yüzyıldan başlayarak Batı Anadolu halılarının Fransa’da bir lüks eşya olarak ithal edildiğini gösteriyor. Osmanlı halılarının ne ölçüde yaygınlaştığını görmek için Hans Holbein, Lorenzo Lotto, Bernardino Pinturicchio, Sebastiano del Piombo gibi 16. yüzyıl ressamlarının tablolarına bakmak yeterlidir. Alman, İtalyan ve Hollandalı usta ressamlar, desen ve renklerinin tesirinde kaldıkları Türk halılarını tablolarında sıklıkla kullanıyorlardı.7 Osmanlı halı sanatının bugün kaybolmuş bazı eski örneklerinin varlığını bu tablolar sayesinde öğrenmekteyiz. Hattâ bu tablolarda resmedilen desenler, Osmanlı halılarının Holbein, Memling veya Lotto halısı diye sınıflandırılmasına yol açmıştır.8 Meselâ, Pinturicchio’nun Siena’da katedral kitaplığına yaptığı freskolarda görünen halılar Holbein III diye sınıflandırılmıştır.9 

On yedinci yüzyıl: Avrupa’da Lâle Devri
Osmanlı elçi heyetinin ziyaretleri Avrupa’da hep büyük alâka uyandırmıştır. Ziyaretlerin yansımaları kültür ve sanatta kendini çabuk gösterir. 1607’de Fransa’ya giden Osmanlı elçi heyetinin Paris’in güneyindeki Fontainebleau’yu ziyareti merakla takip edilmiş ve birkaç yıl sonra oynanan “Balet de Monseigneur le duc de Vendosme” adlı balede Türk kıyafeti giymiş müzisyenler yer almıştır. 1665 yılında Viyana’ya gönderilen ve aralarında Evliya Çelebi’nin de yer aldığı sanılan Kara Mehmed Ağa’nın elçilik heyeti ise, daha çok müzik sahasında tesirli olur. Heyetle birlikte giden mehter takımının Viyana’da yaptığı gösteriler, bu müziğin Avrupa’da tanınmasını sağlamıştır. Nitekim bu tanışmadan sonra Mozart gibi usta besteciler zaman zaman mehter müziğinin melodilerini kullanacaklardır. 1669’da XIV. Louis’ye gönderilen elçi Süleyman Ağa’nın ziyareti daha fazla ilgi uyandırmış, bundan sonra düzenlenen maskeli balolarda Türk elbiseleri giyme modası yerleşmiştir. Dönemin ünlü oyun yazarı Molière, “Le Bourgeois Gentilhomme” adlı oyununa Türk töreni eklemiş; 1702’de sahnelenen bu temsilde Türk kıyafetinde oyuncular yer almıştır. André Campra da ‘L’Europe Galante’ adlı opera-balesinde bir perdeyi Türklere ayırmıştır.10 
Osmanlı elçisi Süleyman Ağa aynı zamanda Paris’te kahve içme âdetine örnek olmuş, bu yeni âdet soylular arasında moda olmuştur. Fransa’ya yerleşen Rum ve Ermeniler, Osmanlıların kahve pişirme ve kahvehane adabını Fransızlara öğretir. Pascal adında bir Ermeni’nin de Paris’te ilk kahveci dükkanını açtığı bilinmektedir. Menşei Etiyopya olan kahve önce Yemen’de yayılmış, 15. yy ortalarında Hicaz ve Mısır’a gelmiş, sonra hacılar aracılığıyla Türklere kadar ulaşmıştır. Kahve 17. yüzyıldan itibaren de Avrupa’da kullanılmaya başlanmıştır. 1615 dolaylarında kahvenin Venedik’e ulaştığı ve ilk kahvehanenin 1630’da burada açıldığı söylenir. Avusturya ise Osmanlı ile yaptığı harplerde düşen esirlerinden ‘Türkentrank’, yani Türk içeceği dedikleri bu ‘sıcak siyah su’yu duymuştu. Bu esirler arasından serbest bırakılan askerî tarihçi Graf Luigi Ferdinando Marsigli (1658-1730) ‘Bevanda Asiatica’ adında kurduğu bir şirketle kahve ticaretine girecektir. 
Avrupa’da Kilise, kahveyi başta ‘şeytan içeceği’ diyerek yasaklar. Daha enteresan olanı, İsveç Kralı Gustav III (1746-1792) da kahvenin zehirli olduğunu öne sürerek idam hükmü verilen bir suçluyu her gün kahve içmek suretiyle ölüme mahkûm eder.11 Fakat hiçbir direnç, kahvenin Avrupa’da yaygınlaşmasını engelleyemez. Avrupalılar, kahveyi Brezilya’ya götürüp yetiştirirler; fakat en kalitelisi hâlâ Yemen kahvesidir. 1640’ta Osmanlı narh defterinde Brezilya kahvesinden bahsedilir. Yine de kalitesi ve fiyatı daha yüksek olan Yemen kahvesine rağbet, hem Osmanlı’da hem de Avrupa’da daha fazladır.12 Diğer bir açıdan, Paris’te entelektüel kesimin uğrak yeri olan kahvehaneler, Londra’da da yükselen burjuvaziye hitap etme özelliği kazanır. Kahvehane, 18. yüzyılda Avrupa şehirlerinde sosyal hayatın vazgeçilmez bir parçası olacaktır.
1612’de Hollandalılara ticaret hakkı tanınmasıyla artan kültürel ve ekonomik temaslar sayesinde pek çok Osmanlı halısı, maden ve seramiği Hollanda’ya ulaşmış ve Osmanlı motifleri Hollanda sanatında görülmeye başlanmıştır. Bunların içinde lâle, en çok kullanılan motiftir. 16. yüzyıl sonunda elçi Ogier Ghiselin de Busbecq’in (1522-1592) Viyana’ya götürdüğü soğanlardan saray görevlisi Clusius, lâle üretmeyi başarır. Clusius’un Viyana’dan Leiden’a dönmesiyle lâle Hollanda’da yaygınlaşır. Bu dönemde lâle üzerine pek çok kitap yazıldığını görmekteyiz. Elçi Busbecq yazdığı bir mektupta lâleden ‘Tulipa Turcarum’, yani ‘Türklerin Lâlesi’ diye bahseder. Kısa bir süre sonra Hollandalıların ‘tulipomania’ dedikleri lâle tutkusu, sanata da yansır ve bu çiçek, birçok Hollandalı ressamın gözde konusu hâline gelir. Bu dönemde, melezlenmiş yeni çeşitlerini almak için insanların yarıştıkları lâle, altın ve mücevher kadar değerli olabiliyordu. Hattâ bazı lâle çeşitlerinin satıldığı fiyata Amsterdam’da bir ev satın alınabilirdi.13 
Bu yüzyılın bir diğer bariz hususiyeti ise, Osmanlı topraklarını gezen Avrupalı seyyahların eserlerindeki üslûp değişikliğidir. 1630’lara kadar Türk diyarını gezmiş olan Avrupalı seyyahların eserleri ile görmeden yazanlarınki arasında pek fark görülmez; çünkü eserler müşahededen çok efsânevî Türk imajını açığa vurur. Buna göre Türkler okuma yazma bilmeyen, tembel, tamahkâr, aşırı gururlu, kaba ve Hristiyanları ezen insanlar olarak tasvir edilmiştir. Fakat 1630 sonrası eserlerde yavaş yavaş peşin hükümlerin azaldığı görülür. Bilhassa Osmanlı’da kanun ve kurumların iyi işleyişi, Türk sosyal yapısının sağlamlığı üzerinde durulur. Bilhassa 17. yüzyıl ve sonrasındaki Fransız seyyahlarının yazdıkları, Türklerle ilgili intibanın düzelmesinde tesirli olmuştur. Türklerle kaynaşan Fransızları, Türklerin merhameti, iyi yürekliliği, askerlerin kanaatkârlığı etkilemiş, Fransızlar ayrıca Türk yemeklerini sevmişler ve Avrupa’da Türklerin iftiraya uğradıklarını itiraf etmişlerdir.14 Bu hayranlık bazen o kadar yükselir ki –Keşiş Mişon’un yazılarında açığa çıktığı gibi- tek başına minare bile bir Avrupalı seyyahı mest etmeye yeter: “Hristiyanlık adına onu kıskanırım. Güzel olan yalnızca minaredir. O ne kusursuz bir tasarımdır.Sarıklı müezzinin belli saatlerde ibadet çağrısını yapabildiği balkonlarla taçlandırılmış ince uzun, beyaz kargıların, yine öyle kusursuz, büyülü mavi bir göğe yükselerek, bizim İngiliz güneşinin iki katı büyüklüğünde ve sıcaklığındaki güneşe öyle bir uzanışı vardır ki güzelliklerini son derece benzersiz kılar ve cazibeleri başka bir ortama nakledilemez ve kelimelerle anlatması zordur.”15
On sekizinci yüzyıl: Turquerie, Turkomanie, Alla Turca veya Türk uslûbu
Osmanlı-Avrupa münasebetleri 18. yüzyılda artan diplomasi ile farklı bir çehre kazanır. Bu yüzyıl, Avrupa tarihinde bir denge dönemidir. Fetihlerin yavaşlaması, beraberinde Türk korkusunun zayıflamasını getirir. 1683 Viyana bozgunu ve ardından 1699’da yapılan Karlofça Antlaşması neticesinde Osmanlı ve Avrupa birbirini daha iyi tanımak niyetini taşımaktadır. Bu çerçevede, karşılıklı kültürel münasebetler hızlanır. Meselâ, Viyana kuşatması, Osmanlı adına başarısızlıkla neticelenmiştir; ama Avusturya’da Osmanlı izleri kendini göstermiştir. Mimariye ve günlük kullanım eşyalarına Türk motifleri yerleşmiştir. Viyana’da mimar J.L. von Hildebrandt’ın tasarımını sergileyen Belvedre Sarayı’nın ucu püsküllü bir çadırla örtülmüş gibi görünen köşe kubbeleri veya ünlü J.B. F. von Erlach’ın yaptığı Karlskirche’nin minareye benzer kuleleri bu tesirin ürünleridir.16 Mimarideki en müşahhas örnek ise Schwetzinger Sarayı’nın bahçesindeki camidir. Yapımı 1785’te tamamlanan cami, kubbesi ve minaresiyle Doğu’ya olan hayranlığı yansıtır.
Osmanlı elçileri, Avrupalılar için o ana kadar gezginlerin yarı hayal yarı gerçek seyahatnamelerinden bilgi sahibi oldukları Osmanlı’yı yakından tanıma fırsatı sağladı. 1721’de Yirmisekiz Mehmed Çelebi’nin elçiliği, Paris’te bir Türk modasının oluşmasını tetikledi. Gerek Mehmed Efendi’nin, gerekse onu 20 yıl sonra 1742’de aynı vazifeyle izleyen oğlu Said Efendi’nin ziyaretleri, götürdükleri hediyeler, giydikleri kıyafetler ve sergiledikleri davranışlar büyük ilgi uyandırmış ve Fransızların Türkleri daha yakından tanımasını sağlamıştır. Edebiyat, resim, sahne sanatları ve dekorasyon gibi alanlarda Türk temaları yaygınlaşmış, bilhassa Türk karakterlerinin yer aldığı romanlar, bale ve operalar sıklıkla görülmeye başlanmıştır. Balolarda Türk kıyafeti giymek, Türk kıyafetiyle portre yaptırmak dönemin yaygın modaları hâline gelmiştir. Yeni akımın önemli bir bölümünü de evleri süsleyen porselen biblo ve heykelcikler oluşturmaktadır.17 İşte 18. yüzyılda Fransa’da başlayan ve öteki Avrupa merkezlerine de yayılan bu Türk modasına Turquerie denmiştir.
1700’lerin Fransa’sında Türk elbiseleri giyerek portre yaptırmak moda olmuştur. Meselâ, Fransız sarayı soylularından Madame de Pompadur ve Madame de Burry dönemin ünlü ressamı Carle Van Loo’ya Türk elbiseli portrelerini sipariş etmişlerdir. Van Loo’nun kendisi de Türk kıyafetiyle dolaşmıştır. Dönemin ünlü rokoko ressamları J.H. Fragonard, S. Watteau, J.M: Nattier, N. Lancret, M. Q. Latour Türk figürleri çizmişler, modellerine Türk elbiseleri giydirerek pek çok portre yapmışlardır. Avrupa resminde Turquerie akımının yayılmasında önemli rolü olan bir başka ressam da J.E. Liotard’dır. Turquerie’den oryantalizme geçişi simgeleyen İsviçreli ressam, 1738-42 yılları arasında İstanbul’da kalıp Türkçe öğrenmiş, Türk kıyafetleri giymiş ve Türkiye’de yaptığı portrelerle ve Türk hayatını gerçekçi bir şekilde resmetmesiyle tanınmıştır. Avrupa’da “peintre turc” (Türk ressam) adıyla tanınan Liotard, Türkiye’den dönünce birçok Avrupa saraylısının da Türk kıyafeti ile portresini yapmıştır.18 Kontes Mary ve Maria Adalaide’yi Türk kıyafeti içinde resmettiği tablolar meşhurdur.19 Kısacası, 18. yüzyılda soyluların Türk kıyafetiyle tablolarını yaptırmaları vazgeçilmez bir âdet hâline gelmişti.
O dönemlerde Avrupa’da yapılan düğünlerde bile, Osmanlı izlerini görmek mümkündür. 1719’da Avusturya sarayından Maria Josepha ile evlenen Saksonya Prensi Friedrich August, düğünü için aynı boyda güçlü 315 kişiyi vazifelendirir. Bu gençler ‘moustache a la Turque’ yani Türk bıyığı bırakacak ve düğünde yeniçeri kıyafeti giyip, mehter eşliğinde de yürüyeceklerdi. Ayrıca yemekler, hilâl şeklindeki masada yine Osmanlı kıyafetindeki hizmetliler tarafından servis yapılmaktadır. Osmanlı elçisinin de davetli olduğu düğünde gelin Dresden yakınlarında yine Türk eserleriyle süslenmiş bir gemiden alınıyordu.20
Edebiyat ve müzikte de Doğu modası çok yaygındır. Meselâ, C. S. Fvart Soliman ‘II ou Les Trois Sultanes’ adlı komedisinde Kanûnî ve Hürrem Sultan’ın muhabbetlerini ele alır. Rameau da ‘Les Indes Galantes’ adlı operasında Türk temasını işler. İlk olarak 1735’te sahnelenen bu operanın birinci perdesi ‘Le Turc généreux’ (Gönlü Yüce Türk) ismini taşır. Sahne sanatlarında Türk karakterleri ve mehter melodileri, yüzyılın sonlarında Mozart’ın ünlü ‘Die Entführung aus dem Serail’ (Saraydan Kız Kaçırma) operasıyla daha da yayılacaktır. Mozart’ın ayrıca ‘Rondo alla Turca’ ve ‘Menuett alla Turca’ besteleri ve ‘Gran Partita’ sonatı Turquerie akımının örnekleridir. Mozart, Haydn ve daha sonra Beethoven ve Rossini gibi besteciler eserlerinde Türk nağmelerine yer vermiştir. Beethoven ‘Marcia alla Turca’ adlı bestesinde, Rossini ise ‘Il Turco in Italia’ adlı operasında Türk temasını ve melodilerini kullanır.

Günümüze doğru
19. yy’da dengeler değişir, artık Osmanlı, Avrupa için önemli bir açık pazara dönüşür. Bu yüzyıla kadarki münasebetler, tanışma ve yakınlaşmanın tabii bir neticesiydi, ancak artık şuurlu bir Batılılaştırma başlar. Oryantalizm bu döneme damgasını vurur. Artık Batı’nın Doğu’ya bakışı bir hayranlık ve temaşa değil, sistematik bir plânın ürünü olarak belirir. Edward Said’e göre “Oryantalizmin daha geniş bir mânâsı vardı. O da Doğu ve Batı arasındaki ontolojik, epistemolojik ayrıma dayalı bir düşünce biçimidir.”21 19. yy sonrası oryantalizm 15 ve 16. yüzyıllarda görülen peşin hükümleri pek de aratmaz. 
Anlaşılan o ki bir ülkenin siyasî gücü, kültür ve sanattaki kimlik yansımalarına da derinden tesir etmektedir. Meselâ, bugün birer kültür ve statü kodu olan kafelerin bir yönüyle kahvehanelerden, neskafenin de Türk kahvesinden türediğine kim inanırdı ki! Oysa, aynı sebeple günümüzde Türk kahvesi neskafeye, kahvehaneler kafelere, yerli kıyafetler Avrupaî çizgilere yerini bırakmaktadır. Zaman dairevî bir çizgi üzerinde hareket ediyor. Bakalım, gelecek neler gösterecek! 

Lale Devri’nden Günümüze İntikal Eden Kurumlar

Osmanlı Devleti’nin özellikle klasik döneminin en önemli ve temel eğitim kurumu medreselerdi. medreselerde okutulan dersler akli ve nakli olmak üzere iki temel birime ayrılmaktaydı. Kur’an, tefsir, hadis, fıkıh, kelam gibi islami bilgiler nakli ilimleri ifade ederken; felsefe, matematik, astronomi, fizik, kimya, biyoloji, coğrafya gibi dersler ise akli ilimleri ifade etmektedir.
Eğitim verilen tek kurum medreseler değildi. tekke, dergah, cami, saray ve konaklarda da eğitim verilmekteydi. Osmanlı Devleti’nde eğitim kurumlarını şöyle inceleyebiliriz;
Enderun Enderun dediğimiz saray okulu ilk kez II. Murat döneminde Edirne sarayında açılmış, daha sonra Topkapı Sarayında eğitim vermeye başlamıştır. Enderun’da devlet memuru, idareci, komutan ve sanatkar yetiştirilirdi. devşirme yöntemiyle toplanan çocuklar Enderun mektebinde yetiştirilirdi. daha sonraları müslüman çocukların da eğitim alabildiği enderun mektebi 1910 yılında kapatıldı.   okul 1910′da kapatıldı.

Medrese Osmanlı eğitim ve öğretiminin temel eğitim kurumlarıdır. medreseler, ilerleyen dönemlerde pozitif bilimlerin okutulmamaya başlaması, hak etmeyen kişilerin medreselere müderris (öğretmen) olarak atanması,  ulema çocuklarına daha beşikte iken müderrislik payesi verilmesi gibi sebeplerden dolayı 16. yüzyılın sonlarına doğru bozulmaya başlamıştır.
Askeri Eğitim 17. yüzyıl sonlarına kadar Osmanlı Devleti’nde başlıca tophane, kılıçhane, cambazhane ve kumbarahane gibi kurumlarda askeri eğitim ve öğretim veriliyordu.
Osmanlı Devleti’nde Eğitim-Öğretim Alanında Yaşanan Gelişmeler :
Osmanlı eğitim-öğretim sistemi, devletin dağılma dönemini yaşadığı 19. yüzyılda önemli bir değişime uğramıştır. pozitif bilimlerin yer verilmediği medreseler varlığını devam ettirirken Avrupa örnek alınarak kurulan askeri ve sivil okullar da eğitim vermeye başlamıştı. diğer tür eğitim kurumları ise azınlık ve yabancı okullarıdır.
1857′de Maârif-i Umûmiye Nezareti (Genel Eğitim Bakanlığı) kurularak Milli Eğitim Bakanlığı’nın temeli atıldı. Bu gelişmeden sonra ilk defa Eğitim Bakanı kabineye girdi. 1861′de Nizamnâme çıkarılarak Harbiye, Bahriye ve Tıbbiye dışındaki okullar Maârif-i Umûmîye Nezâreti’ne bağlandı. Böylece askeri ve sivil okullar birbirinden ayrıldı.
Askerî Kurumlar
1845′te Harp Okulu’na öğrenci yetiştirmek için Askerî Liseler açıldı. Günümüze kadar devam eden İstanbul’da Kuleli, Bursa’da Işıklar ve İzmir’de Maltepe Askeri Liseleri bu dönemde kuruldu.
  1849′da Harbiye Mektebi’nde Veteriner bölümü açıldı. 1875′te Askeri Ortaokullar açıldı.
–  Ordunun kurmay subay ihtiyacını karşılamak için kurmaylık bölümü açıldı (1845).

Sivil Kurumlar
II. Mahmut döneminde ilkokul zorunlu hale getirilmişti. ancak bu kural sadece İstanbul için geçerli olmuştu.
 1861′de İstanbul’da ilk Kız Rüştiyesi açıldı.
 1872′de günümüzün liseleri niteliğinde olan idadiler açıldı.
 1868′de İdadilerin üstünde eğitim verecek Sultaniler açıldı. ilk sultani Galatasaray Sultanisidir.
 1849′da Rüştiyeler ile Darülfünun (Üniversite) arasında eğitim vermek üzere 1849′da Darülmaarif Okulu açıldı. Bu okul devlet memuru da yetiştirecekti.
 1876′da Darül muallimat (Kız Öğretmen Okulu) açıldı.
 1873′te yetim Müslüman çocukların eğitimi için Darüşşafaka,
 1850′de Encümen-i Daniş (ilimler Akademisi) açıldı.
 1874′te  Hukuk Mektebi açıldı.
 1847′de Tarım alanında ilkokul Ameli/ Ziraat Mektebi açıldı.
 1866′da ilk sivil tıp okulu
 1867′de eczacı okulu açıldı

XVIII.yüzyılda Osmanlılarda Bilim, Kültür ve Sanat

Bu asırda Osmanlı kendi gerçeğini görmüştü: 
Kalkınma ve yenileşme hareketini başlatmalıydı. Ama bu hareket, ne yazık ki, eğlence ve sefahat derecesine varan aşırılığı da beraberinde getirdi

Onsekizinci yüzyıl Osmanlı Devleti için "duraklama"nın "gerileme"ye dönüştüğü dönem olmuştur. Bu yüzyıllarda uğranılan büyük yenilgiler sonunda 1500 yıllık Türk ülkesi olan Kırım elden çıkmış; Macarîstan, Eflâk, Boğdan, Sırbistan'ın önemli bölümleri Avrupalılar tarafından paylaşılmıştı. Gerçi asrın başlarında 1711 Prut savaşı ile Ruslar'a ve 1714'de Venediklilere karşı büyük zaferler kazanılmıştı ama, bunlar son büyük zaferlerdi ve sonraki yıllarda yenilgiler ve kayıplar devam edecekti.

Yenilgilerin başlıca sebebi, Batı medeniyetinin silâh sanayiine ve savaş tekniğine de yansıması idi; Türk ordusunda idare ve disip-nde en önemlisi, sivil ve askerî eğitimdeki ouraklama ve bozulma idi. Asker artık "gazi ordu" niteliğini kaybetmiş, düzensiz, eğitimsiz bir kalabalık haline gelmişti. Ruh gücündeki çöküş savaş meydanlarına yansımış bulunuyordu.

Hiç şüphesiz bunun en önemli sebeplerinden biri de "kültürel soğuma" idi. Osmanlı artık kültür yaratıcılığını kaybediyordu.

Uzun süren savaşlar ve yenilgilerle ekonomik durumun sarsılması, isyanlar, asayişsizlik ve diğer sosyal çalkantılar, bir zulüm kaynağı olan rüşvet, gerileme hızını arttıran, ama aynı zamanda ileri görüşlü birkaç padişaha ve aydınlara kültürde ve idare teşkilâtında köklü ıslahatı düşündüren gerçeklerdi.

Osmanlı kendi gerçeğini görmüştü. Asrın başlarında ıslahat hareketi başladı. Sonradan "Lâle Devri" diye anılacak olan dönem, aslında kuvvetli bir kalkınma, bir yenileşme hareketiydi. Fakat bu hareket zevk, eğlence ve sefahat derecesine varan bir aşırılığı da beraberinde getirdiği için, yenijiğin geniş kitle tarafından kabulü mümkün olmadı ve taassup daha kolay körüklendi. Osmanlı devlet adamları, aydınları, zenginleri, felâketin getirdiği karamsarlığı, daha çok edebiyat ve musikiye sığınarak gidermeye çalıştılar. Oysa yenilik daha çok eğitimde, teknikte, me-todda olmalıydı.

Onsekizinci yüzyılda savaş alanlarında uğranılan felâketleri, isyanları, ıslahatçılarla bunlara karşı olanlar arasındaki çekişmeleri, önceki bölümlerde gördük. Bütün bunlara rağmen bazı alanlarda başarı sağlanmıştır: Gecikerek de olsa matbaa bu asırda alınmıştır. Kâğıt ve kumaş fabrikaları kurulmuş, tersaneler modernleştirilmiş, istihkâm okulu açılmıştır. Mimarlıkta, musikide, edebiyatta büyük sanatkârlar çok güzel eserler vermişlerdir. Bir mimarlık şaheseri olan Üçüncü Ahmed Çeşmesi, Boğaz'ı süsleyen birçok güzel yalılar, Laleli ve Nuruosmaniye camileri, bu asırda yapılmıştır. Büyük tarihçi Nal-ma ünlü eserini bu asırda yazmıştır. Aşk ve istanbul şairi Nedim, en büyük mesnevi şairi Şeyh Gallb, en büyük bestekârımız Itrî, büyük ressam ve şair Levnî... vb. bu asırda yaşamış ve eser vermişlerdir.

MİMARLIK
Onsekizinci yüzyılda mimarlık eserleri daha çok Lâle Devri'nde ve III. Mustafa zamanında meydana getirilmiştir. Camiler, köşkler, çeşmeler, imaretler yapılmıştır.
Bu asrın en önemli mimarlık eserlerinden bazıları şunlardır:

III. AHMED ÇEŞMESİ: 
Yalnız onsekizinci yüzyılın değil, bütün Osmanlı devrinin en güzel çeşmelerinden biri, Lâle Devri'nin solmayan bir çiçeğidir. Çeşmenin planını bizzat III. Ahmed'in çizdiği, bunu başmimar Mehmed Ağa'nın uyguladığı söylenir. Ayasofya'nın yanında, Topkapı Sarayı'nın dış kapısının karşısında yer alan bu çeşmenin üzerine yazılan tarih beytinin hem şairi hem hattatı, Sultan III. Ahmed'drr. 
Tarih beyti şöyledir:
Aç besmeleyle iç suyu Han Ahmed'e eyle dua.
Bu beyit, ebced hesabına göre Hicri 1141 (M. 1728) yılını gösteriyor.
Çeşmeyi çepçevre kaplayan yazı ise devrin ünlü şairlerinden Seyyid Vehbi'nin bir kasidesidir. Bugün, halk arasında Sultan Ahmed Çeşmesi olarak anılan bu eseri yerli yabancı bütün ziyaretçiler hayranlıkla seyretmektedir.

NURUOSMANİYE CAMİİ: 
Yapımına, I. Mahmud devrinde 1748'de başlandı ve III. Osman zamanında 1755'te bitirildi. Mimarı Mustafa Ağa'dır. Cami, geniş bir dış avlu ile çevrili, medrese, kütüphane, imaret, sebil, türbe, çeşme, han ve dükkânları ile bir külliyedir. Yapıldığı yerde bir su kaynağı bulunduğu için caminin tabanı kemerlerle desteklenen bir bodrum üzerine oturtulmuştun Kubbesinin çapı 25,75 m. dir. İç duyarı çepçevre kuşatan âyet yazısı camiin en büyük özelliğidir. Barok üslûpta yapılmıştır.
 
LALELİ CAMİİ: 
III. Mustafa devrinde, 1759-1763 yılları arasında yapılan bu caminin mimarı Mehmed Tahir Ağa'dır. Bu da Barok tarzında ve kare planlıdır. İmaret, türbe, sebtt, hamam, han ve dükkân\ardan p\uşan bir külliye halindedir. Sekiz sütunlu şadırvanı ve tek şerefeli iki minaresi vardır. Bu caminin önündeki türbede III. Mustafa, III. Selim ve bunların yakınları yatmaktadır.

KÖŞKLER, BAHÇELER: 
Onsekizinci yüzyılın ilk çeyreğinde, özellikle Lale Devri denilen 1718-1730 yılları arasında, Kâğıthane deresi ve Boğaz kıyıları güzel köşklerle, yalılarla, çiçek bahçeleriyle dolmuştur. Halic'in sonundaki Kâğıthane deresinin yatağı değiştirilerek mermer kaplı bir kanal içine alındı ve kanala Cedvel-i Sim (Gümüş yol) adı verildi. Kıyısına büyük ve süslü Sadâbad Kasrı yapıldı. Çeşmeler, fıskiyeli havuzlar, lâle ve sümbül bahçeleriyle, çimenlikleriyle geniş seyir ve piknik yerleri düzenlendi/Boğaz kıyısındaki yalılar ve çeşitli semtlertleki kasırlar ve köşkler, geniş ve güzel bahçeleriyle birer cennet köşesi gibiydiler.

Lâle Devri'nde yapılan en büyük ve en güzel köşklerden ve yalılardan bâzıları şunlardır: Kâğıthane'de Sadâbad, Alibeyköyü'nde Hüsrevâbad, Ortaköy'de Humayûnâbad, Fındıklı'da Emânâbad, Çengelköy ü'nde Bağ-ı Ferah, Kuruçeşme'de Kasrı Süreyya, Ca-ğaloğlu'nda Ferahâbâd, Üsküdar'da Sere-fâbâd, Zeyrekte Ayşe Sultan... vb.

Bu güzel yapıların çoğu isyanlar ve yangınlar yüzünden yandı, yıkıldı, yağmalandı. Onsekizinci yüzyılda İstanbul'un değişik semtlerine çok sayıda güzel çeşmeler yaptırıldı ve bunlar Bahçeköy'den Taksim'e getirilen su ile beslendi.

HATTAT VE RESSAMLAR
Onsekizinci yüzyılda ünlü hattatlar yetişmiştir. Asrın güçlü şairlerinden olan İzzet Ali Paşa (Öl. 1734) aynı zamanda Lale Devri'nin önde gelen hattatlarından biridir. Şeyhülislam Veliyüddin Efendi (Öl. 1768) de ünlü bir hattattır. Damad İbrahim Paşa'nın Şehzade-başfndaki çeşmeleri onun celî yazıları ile süslenmiştir. Mustafa Rakım Efendi (1757-1828) büyük bir hattat ve ressam idi. Padişah III. Selimin güzel bir resmini yapmıştır. Fakat onun asıl özelliği celî yazıyı olgun ve ileri bir düzeye ulaştırarak ayrı bir üslûp oluşturmasıdır. Padişahın sikkelere basılacak resmini de o yapıyordu. Osmanlı padişahlarının nişanı demek olan tuğralara biçim güzelliği getiren odur.

Bu asrın en büyük ressamı, Osmanlı klasik minyatürünün son büyük temsilcisi olan Levnî'dir. Aynı zamanda bir divan şairi olan Levnî (Öl. 1732), resimlerde mekânın perspektif derinliğine yer vermiştir. Resim bütünü içinde renk uyumuna da önem veriyordu. Onun resimlerinde insanların hareketleri yaptıkları işlere tam bir uyum sağlar. Devrin kıyafetlerini en doğru olarak onun resimlerinde görüyoruz. Başlıca eserleri Vehbî Sûrna-mesi'ndeki 137 minyatür, Padişahlar Albümü' ndeki portre minyatürler ve "Levnî Albümündeki 43 minyatürdür.

Asrın ünlü hattatları arasında Sultan III. Ahmed'i de saymamız gerekir. Onun, kendi adını taşıyan mimarlık şaheseri çeşmedeki tarih beytinin hem şairi hem hattatı olduğunu yukarıda söylemiştik.

BESTEKÂRLAR
Onsekizinci yüzyılda birçok bestekâr yetişmiş ve bunların besteleri zamanımıza ulaşmıştır. Onyedinci yüzyılın ve bütün tarihimizin en büyük Türk bestecisi olan Büyük Itrî ömrünün son oniki yılını bu asırda yaşamıştır (öl. 1712). Onun kadar büyük bir bestekâr olan Hammamizâde İsmail Dede Efendi ise gençlik yıllarına yine bu asırda girmiş ve ilk bestelerini yapmıştır.

Devrin en büyük bestecilerinden olan Ebu-Bekir Ağa (1685-1759), Lâle Devri'nin coşkun havasını yansıtır. Nedim'in şiirleriyle yaptığını o besteleriyle yapmıştır. Güftesi "Bir âfeti mehpeyker ile nüktelerim var"
diye başlayan Mahûr bestesi şaheseri sayılır. Ondört bestesinin notaları günümüze ulaşmıştır.

Tamburi Mustafa Çavuş, asrın diğer önemli bestecilerinden biridir. Daha çok kendi şiirlerini besteleyen bu sanatkârın en büyük özelliklerinden biri, divân müziği ile halk müziği arasında güçlü bir bağ kurmasıdır. Notaları zamanımıza ulaşan besteleri çoktur ve bunlar bugün de çok icra edilen besteler arasında yer alır.
Tamburi Mustafa Çavuş'un bestelerinden bazıları şunlardır: Hisarbuselik şarki (Dök zülfünü meydana gel ); Şehnazbûse-lik şarkı (Küçüksu'da gördüm seni): Saba şarkı (Bir esmere gönül verdim); Şehnaz şarkı (Fırsat bulsam yâre varsam): Bayâtî şarkı (Çıkalım sayd-ı şikâre); Neva şarkı (Muntazınm teşrifine); Bayatî şarkı (Sebep ne bakmıyor yârim yüzüme); Uşşak şarkı (Canım tezdir sabredemem)... vb.

Aynı yüzyılın ünlü bestecilerinden Tab'î Mustafa Efendi klasik Türk müziğinin en seçkin örneklerini vermiştir. Zamanımıza ulaşan otuz kadar bestesinden bazıları şunlardır: Bayatî Ağır Semaî (Çıkmaz derun-l dilden efendim muhabbetin); Bayâtî Yürük Semaî (Gül yüzlülerin şevkine gel nûş edelim mey); Hüseyni Nakış Yürük Semaî (Ben gibi sana âşık-ı üftade bulunmaz); Hüseynî Yürük Semaî (Dök dideden eşk-i teri sermayesiz olmaz)... vb.

Devrin, Şeyh Osman Efendi, Ahmed Efendi'ler, ibrahim EfendPler gibi daha birçok bestecisi vardır. Aörın en büyük bestekârlarından biri, bestekârları en çok teşvik eden hükümdar olan Sultan III. Selim'dir. Musiki tarihimizde yeni çığır açacak kadar güçlü bir bestekâr olan III. Selim, 14 mürekkep makam yapmıştır.
III. Selim'in notaları günümüze ulaşan 62 bestesi vardır. İşte bunlardan bazıları: Hüzzam Şarkı (Gönül verdim bir civfine); Zavil Yürük Semaî (Olmuş nişanı tir-i muhabbet civan iken); Büzüg Beste (Aşkınla havalandım, bigflneilğim gel gör); Muhayyer Sün-büle Şarkı (Ey gonce-i nazik tenim)... vb.